“Bazı insanların doğum tarihleri vardır, ancak ölüm tarihleri yoktur. Dolayısıyla o, benim için ölmemiş bir kavramdır.”
Müziğimizin usta ismi Cem Karaca, dostu Barış Manço için bu sözleri söylemişti. Manço 1 Şubat 1999, Karaca da 8 Şubat 2004 günü fiziken aramızdan ayrıldı amaaradan geçen yıllara rağmen her iki isim de yaşadıkları yıllardaki kadar, belki daha da fazla seviliyor ve dinleniyor. Peki bunun sırrı nerede? Gelin bugünlerde vefat yıl dönümlerinde andığımız bu iki efsane isme ilişkin bu sırrın temellerine inelim biraz.
Her ikisi de II. Dünya Savaşı’nın tüm dünyayı olduğu gibi ülkemizi de bir hayli etkilediği yıllarda doğdu. Zaten Manço’ya adı da yıllarca süren savaş ailenin “yeter artık barış gelsin!” isteğinin bir sonucu olarak konmuştu. Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi’nde 2 Ocak 1943 günü dünyaya gelen butoraman bebeğin annesi bir ses sanatçısı olan Rikkat Hanım, babası Mançozâdeler olarak Rumeli’den İstanbul’a göçmüş aileden İsmail Hakkı Bey’di. Ağabeyleri Oktay (İsmail Hakkı Bey’in ilk eşinden çocuğu) ve Savaş’tan sonra dünyaya gelen Barış’ı ilk kıskanan yine kendisinden iki yaş büyük ağabeyi Savaş oldu. Bu kıskançlık da elbette adı yüzündendi: Nihayet savaş bitip barış gelince ve sokaklarda herkes “barış, barış” diye naralar attıkça kardeşinin yüzüne bakan ağabey Manço “bütün oyuncaklarımı sana vereyim, ne olur adını bana ver” demiş; aldığı yanıtsa havaya kalkan iki inatçı kaş olmuştu. Çocuk yaştayken anne ve babasının ayrılmaları üzerine babasıyla İstanbul ve kısa bir süre Ankara’da yaşadı Barış Manço. Ortaokul ve lise hayatının büyük bir bölümünü Galatasaray Lisesi’nde geçiren Manço’ya müzisyenliğin kapıları da yine bu okulda açılacaktı. Ancak devir yokluk devriydi;gitar, anfi vb. kolay kolay bulunmuyordu. Genç Barış’ın imdadına bu kez de şimdi Kanlıca Mezarlığı’nda yan yana yattıkları üvey babası Muhittin Kocataş yetişecek ve “çalacaksan en iyi şekilde çal, yoksa kırar atarım” diyerek Barış’a bir gitar armağan edecekti. Öz babası İsmail Hakkı Manço’yu 1959’da kaybedişinin ardından Galatasaray’dan ayrılıp Şişli Terakki Lisesi’ne geçen genç Manço, mezuniyetin ardından çareyi Fransa ve Belçika’ya ağabeyinin yanına gitmekte buldu. Orada yaptığı çalışmalarla kendini geliştirdi, bir “gurbetçi” olarak yeni yeni başlayan işçi göçü akımında gurbetçilerin isteklerini çaldı, Avrupa’da ortaya çıkan yeni müzik akımlarını gözlemledi ve bunları harmanlayarak kendi özgün tarzını oluşturdu.
Barış Manço iki yaşındayken karşı kıyıda, Bakırköy’de 5 Nisan 1945 günü dünyaya gelen Cem Karaca’nın ise hem annesihem de babası tiyatro sanatçısıydı.Baba Mehmet İbrahim Karaca, oğlunun sanatçı olmasına pek sıcak bakmıyor, bir “hariciyeci” yani diplomat olmasını istiyordu. Ancak ses yeteneğini keşfeden annesi Toto Karaca’nın (IrmaFelegyan) da teşvikiyle kendi deyimiyle daha çocuk yaşta sokaklarda bağıra çağıra şarkı söyleyerek o muhteşem gür sesini geliştirmeye başladı. Ortaöğretim hayatını yaşadığı Robert Kolej’de İngilizcesini de fazlasıyla geliştirdi ve dünyada yeni yeni filizlenen “rock’nroll” akımına gönül verdi. O gür sesiyle söylediği İngilizce şarkılarla artık kendi çevresinde tanınmaya başlamıştı. Babası da bu sırada boş durmuyor, hevesi kırılsın diye çıktığı sahnelerde adam tutup yuhalatıyor, olmadık şarkı-türkü istekleri göndertiyordu. Bunlar ise Cem Karaca’yı vazgeçmek şöyle dursun müzisyenlik için daha da kamçılıyordu.
Çocukluk ve gençlik yıllarını İstanbul’da, görece zengin ve kültür düzeyi yüksek çevrelerde geçiren Karaca, henüz 3 günlük evliyken 1965’te Hatay’a askerlik görevine gitti.Burada Anadolu’nun zengin halk kültürüyle, türkülerle, ozanlarla tanıştı ve bunlardan çok etkilendi. Zaten Türkiye’de de o dönem adına sonraları Anadolu Pop denecek bir müzik akımı filizleniyor ve Anadolu ezgilerini batı enstrümanlarıyla icraya dayalı bu akım yeni plaklarla, Altın Mikrofon gibi yarışmalarla epey rağbet görmeye başlıyordu. Askerden döner dönmez ilk ünlü grubu Apaşlar’la çalışmaya başladı ve hafızalara kazınan bestelerini ve türkü düzenlemelerini yapmaya koyuldu.
İşte ikisinin de efsane olmaya giden kariyerlerinin temelini kısaca bu kilometre taşları oluşturuyor. Sonrası ise hepimizin malumu… Zaman zaman zıt kutuplarda gösterilseler, zaman zaman ayrılmaz bir ikili gibi sunulsalar da aslında ikisi de benzer sorunları kendi özgün üsluplarla dile getirdiler şarkılarında. Toplumsal barışın nasıl olması gerektiği, sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin Manço daha öğüt verici ve ortak paydalarda buluşturucu bir çizgi seçerken, Karaca’da haksızlık ve eşitsizliklere isyan daha ön plandaydı. Yazının başında bugün hala neden her ikisi de bu kadar dinleniyor ve seviliyor sorumuzun yanıtı da burada, yani özgün bir üsluba sahip olabilmekte. Bu ise tesadüfen olmuyor, altında birçok dinamik yatıyor. En başta Allah vergisi müzik yetenekleri tabii ki ve bunu yukarıda anlattığımız gibi ebeveynlerinden gelen bir kültürle beslemeleri. Onun dışında yabancı dil becerileriyle dünyada olup bitenleri çoğu insandan önce öğrenip, hayata geçirebilme kapasiteleri.
Diğer bir konu her ne kadar İstanbullu olsalar da zengin Anadolu kültürüne, yani köklerine duydukları ilgi ve sevgi. Belki de Anadolu aşıklarından farkı, bu zengin kültürü yerinde yaşatmaktan ziyade dünyada başka kültürlerin de kültürümüzü anlayıp benimseyeceği yolları bulma arayışına girmeleri. Ve tabii bunu yaparken de dinleyicilerine saygının bir gereği oluşturduğu iş disiplinleri ve bunun gereği ama belki de onların genç yaşta aramızdan ayrılmasına neden olan her daim yüksek çalışma tempoları. Kısacası işin sırrı halkı ve kültür köklerinitanımak ve benimsemek, “gelmekte olanı” önceden görebilme sezgilerine sahip olmak ve bunu belli bir disiplin içinde olabildiğince özgün bir yolla sunabilmek için çok çalışmakta.
Bugün Barış Manço’yu Kanlıca Mezarlığı’nda ziyarete gittiğinizde mezar taşında “Doğru Bildiğini Yaptı” yazar. Cem Karaca’nın Bakırköy Mezarlığı’ndaki taşında ise “Sanat Yapan” yazısını görürsünüz. Adeta ne yazık ki 60’larına varamamış iki ömrün en kısa ve öz anlatımlarıdır bunlar. Rakip olmalarının yanında çok iyi dost, çok iyi yol arkadaşı olan bu iki efsaneyle ilgili yazımı, ikilinin yazarken bana defalarca eşlik eden unutulmaz “Uzun İnce Bir Yoldayım” düetinin verdiği duygu yoğunluğuyla sonlandırırken her ikisini de rahmetle, büyük özlem ve saygıyla anıyorum. Aziz ruhları şad olsun!