Uzmanlar içinde bulunduğumuz dönemle ilgili “hakikat sonrası dönem” (post-truth) nitelendirmesi yapıyor. Yani hakikî olmayanın itibar gördüğü, gerçekmiş gibi sunulduğu, gerçek olmadığı defalarca kanıtlarıyla ortaya konmasına rağmen epey taraftar topladığı dönem bu. Çünkü kişisel istek ve çıkarlarımızla ters düşen gerçeğe duyduğumuz memnuniyetsizlikten, gerçeğin yerine geçse bizi daha çok memnun edecek yalanlar söyleme, duyma ve bunlara taraftar toplama peşindeyiz. Hani rahmetli Cem Karaca da bir şarkısında da diyordu ya “yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle”; işte tam olarak böyle bir dönemin içindeyiz.
Birçok açıdan 2023 yılı zaten çok özel bir yıl olacaktı ama yıl içinde yaşadıklarımızla daha da özel olmaya devam ediyor. Bu yılın elbette en önemli özelliği Cumhuriyetimizin 100. Yılı olması. Ne yazık ki bu özel yılı istediğimiz coşkuyla yaşayamıyoruz. Bunun birçok nedeni var, ki ilki yaşadığımız büyük deprem felaketleri elbette. Depremin yaralarını kişisel ve kurumsal çabalarla ekonomik zorluklara rağmen sarmaya başlamışken bu kez de yazının başında bahsettiğim hakikat sonrası dönemin bütün özelliklerini taşıyan (amma montaj amma değil videolar, gerçek dışı söylemler, hakaretler vs. vs.), bu nedenle yorucu, hatta sinir bozucu bir seçim dönemini geride bıraktık. Derken beklendiği gibi yaz “zam” bereketiyle geldi ve maşallah her gün bir zam haberineuyanır olduk. Her şeyin maliyeti zamlarla artarken, üstüne bir de iklim şartlarının elverişsizliği eklenince üretici de tüketici de bu yılı neyle, nasıl çıkarırız kara kara düşünür oldu. Bu satıra kadar karamsar bir yazı olduğunun farkındayım. Neyse ki sıra gerçek vatanseverlere iyi haberi vermeye geldi: Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 2023 günü itibariyle 100 yaşını doldurdu ama sona ermedi! Hakikat sonrası çağın sempatizanları için iyi bir haber değil bu elbette. Çünkü Lozan’la ilgili bugüne kadar kasıtlı olarak, yapılan yanlışları örtmek, bu yanlışlara tepki oluşmasını bir nebze önlemek için ortaya atılan gerçekdışı söylemler de böylelikle boşa çıkmış oldu. Mesela yerlerden jelibon fışkırmadı, Yunanistan adaları tutup bize vermedi ve Kayabelen köyümüzdeki petrol kuyusuna sondajcılar koşturmadı! Bunların olmasını da kimse beklemiyordu zaten, ama işte “yalan da olsa hoşa gidiyor, söyleniyordu”. Oysa bunların yerine eğrisiyle doğrusuyla Lozan’ın ne anlama geldiği, bize neleri kazandırdığı ya da hangi beklentilerin karşılanamadığı gibi konular üzerinde durulsa bugün Lozan’ın önemini çok daha iyi idrak edebilirdik.
Lozan’da her şeyden önce zamanında bir avuç çapulcu, milliyetçi, hayalperestler olarak küçümsenen Ankara’daki Büyük Millet Meclisi ve hükümeti, esareti kabul etmeyip direnen Türk Milletinin tek ve resmi temsilcisi olarak diğer tüm devletlerle eşit şartlarda masaya oturdu ve kanla koruduğu hakların büyük bölümünü imzayla garanti altına aldı. Tek başına bu yönüyle bile çok büyük başarıdır! Tarihimiz, özellikle Osmanlı’nın son iki yüzyılında askeri başarılar elde edilse bile diplomatik yollarla bu kazanımları koruyamadığımız örnekleri barındırıyor.
Örneğin 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Teselya bölgesini ele geçiren Osmanlı Devleti, savaş sonrası imzalanan İstanbul Antlaşması’yla bu bölgeyi boşaltmak, ayrıca Girit’in yönetiminde de taviz vermek durumunda kalmıştı. İşte Lozan’da bu tür örnekleriiyi bilen ve bu konuda kendini becerikli sanan karşı devletler, özellikle de İngilizlerin anlı şanlı Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Osmanlı’dan elde ettikleri hak ve imtiyazların yeni Türk devletinde de sürdürülmesi konusunda tarihteki bu tecrübelere güvenmekteydi. O nedenle İlber Ortaylı’nın da aktardığına göre konferansta ara sıra Mondros Mütarekesi’ne de atıfta bulunmakta, ancak hemen yanıtını İsmet Paşa’dan almaktaydı: “Ben buraya Mondros’tan değil Mudanya’dan geldim!”
Askerî bir okuldan yetişmiş, ömrü askerlikle, hem de en çetin savaşlar içinde geçmiş bir komutanın üniformasını, çizmelerini çıkarıp smokin ve ruganlarını giymesi elbette İsmet Paşa için kolay olmamıştı. Ancak mesele tüm bu askerî hayatın neticesinde elde edilenleri diplomasi masasında garanti altına almaksa, hele bir de Mustafa Kemal Paşa böyle uygun gördüyse, bu görevden kaçmak mümkün olamazdı. Hem Mudanya’da cephede olduğu kadar, masada da istediğini alan bir portre ortaya koymuştu. Bu portresini Lozan’da da cephede karşı karşıya geldiği devletlerin isteklerine boyun eğmeyerek ve Ankara’nın kendine verdiği listeyi büyük ölçüde kabul ettirerek taçlandırdı. Tabii ki İsmet Paşa bunları başarırken yalnız değildi, geniş bir Türk heyeti de ona yardımcı olmuştu.Yine de denebilir ki İsmet Paşa’nın diplomasi masasındaki çıraklık eseri Mudanya, kalfalık eseri Lozan ve ustalık eseri de onca sıkıntıya ve baskıya rağmen Türkiye’nin savaş dışı kalmasını başarabildiği İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. İç siyasetle ilgili kendisine birçok eleştiri getirilebilir ama dış siyasette İnönü, Türkiye’nin haklarını korumak konusunda her zaman doğru adımlar atmayı bilmiş bir liderdir.
Lozan’da elde etmek istediğimiz ancak çözülemeyen sorunlar da kaldı. Sonradan bunların bir kısmı Musul gibi aleyhimize, Boğazlar ve Hatay gibi konular da lehimize sonuçlandı. Zaman zaman gündeme getirilen, “bağırsan duyulacak” denenadaların Yunanistan’da kalmasının ise Lozan’la ilgisi yoktur. Tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olan ve her zaman da öyle kalacak olan Lozan Barış Antlaşması’nın 100. Yılı kutlu olsun! Kazanımların ve kazandıranların değerini her koşulda idrak edebilmek ve her zaman sahip çıkabilmek dileğiyle…